Yazının orjinali daha önce Mahmut’ta yayınlandı . Ev sahiplikleri için teşekkürler.
Yıllar önce Asaf’la sohbet ederken onun da aynı şekilde hissettiğini öğrendiğimde önce biraz şaşırmış, sonra “dert aynı dert” diye düşünmüştüm. Yazmak bana hep çok sınırlı bir anlatma biçimi olarak gelmiştir. Bazen kendimi çaresiz hissederim o anı istediğim gibi yazamadığım için. Kelimenin, dizenin sınırından şikayet ederim. Mesela keman çalabilsem, yazmazdım. O kadar sonsuz ve çok anlatabilme olanağı var ki müzikte. Bu biraz resim için de böyle gelir bana. Bir forma, anlatma düzenine girmek zorunda olmamak…
Birçok şey var yıllar içinde sözcükle anlatabilmenin yolunu bulamadığım. İki tanesi çok belirgin. Kaç kez içimden geçti, kaç kez istedim, denedim, sayısını bile anımsayamıyorum. Hep sözcüklerin, kendi sözcüklerimin yetemeyişine kızgınlıkla kaldığım.
O’nun, sabah altıyı geçerken, karşımda kahvaltı masasında otururkenki hali. Hava biraz serin. Dizlerini kendine doğru çekmiş soluk mavi hırkasına hafifçe sarınmış, kahvaltı ederken bana bakıyor, yememi izliyor. Kafamı yemekten kaldırıp ona baktığım an. Uyku mahmurluğu gözlerindeki coşkuyu biraz gerilere itmiş ama ışıltısı duruyor. Belki de anın sıradanlığındaki mutluluğun gerçek yansıması gözlerinin o halidir. Gündelik, şaşasız ve akıp giden bir güzellik. Biraz öne eğilmiş, saçları boynun sağından aşağı göğsüne doğru dökülmüş. Dudağının kenarına nadiren gösterdiği o küçük kuytu oturmuş. Hırkanın mavisi, bakışına ve gülüşüne o kadar yakışmış ki. Bütün ayrıntıları muhteşem çizgilerle, renklerle ve detaylarla yapılmış bir tablo gibi aklımda.
Keşke çizebilsem…
Bir öğlen üstü Bozcaada’da meydan kahvesinde çınarın altında oturuyorum. Laflıyoruz, arkadaşlar var. Bir yandan da O’nu bekliyorum. Köşeden görünüyor. Beni görünce yüzüne bir gülümseme oturuyor. Telaşlanıyorum. O kadar güzel ki, güzelliği ile ne yapacağımı bilemiyorum. O gülümseme ile bana doğru yürümeye devam ediyor. Defterime heyecandan, tedirginlikten ellerim titreyerek şu notu düşüyorum “Gülüşün insan öldürebilir”. Ağaçlar, kaldırımlar, mavi gözlü kargaların gürültüsü, insan kahkahaları ve hepsinin içinden yükselen bir gülümseme. Sanki bana doğru ahenkle çalan bir flarmoni orkestrası geliyor, yüreğim kulaklarıma doluyor. İnsanın kulağından ruhuna akan muhteşem bir müzik sesi, gülüşün.
Keşke çalabilsem…
Nerden geldi bunlar aklıma… Erkan Oğur’un bir röportajını* okudum bu gece. Müziğin sınırlılığından bahsediyordu. Enstrümanını sınırsız, perdesiz çalan yetmediği yerde enstrüman icad eden Oğur. Müziğin anlatımının sınırlılığından dem vuruyordu. Anladığım, anlatmak derdinin bir sonu yok. Bazı şeyleri neyle, nasıl anlatırsak anlatalım, hiçbir zaman yaşamlarımıza dokundukları halleriyle anlatamayacağız.
2014’te yazdığım günce aşağı yukarı böyleydi. Yazıldığı zamanlarda bana hep “keşke yazabilsem” dedirten, bir türlü içime “sinemeyen” şiyirleri yayınlarken bu günceyi hatırladım. Yayınladıklarımın içinde o sabahki kahvaltı, Bozcaada’daki hafta sonu ve sonraları da var. Yayınlama vesilesiyle tekrar okurken “iyi ki yazmışım” dedim. Anlatmaya çalışmak da en az iyi anlatabilmek kadar güzel. Yeni biçimler aramak, eski biçimlere tekrar tekrar dokunmak.
Yazının sonuna sizi o iki Sen’i anlattığım iki şiyir götürecek.
ikinci şarkı **
sana çok uzun bir şey söyleyeceğim
seni seviyorum
mavi gözlü kargalar adası
“kandırılmanın iki yolu vardır, biri doğru olmayana inanmaktır, diğeri doğru olanı reddetmektir” – Soren Kirkegaard
dünyanın ikiye bölündüğü o yaz
anımsıyor musun
bırakıvermişti sardunyalar kendilerini
cumbalardan aşağı
vazgeçmenin çiçekçesi
vantilatörler can havli ile dönüyordu
anımsıyorsundur
adam akıllı bunaldık o yaz
ol’malar söylendiğiyle
– yaz boyu uyuyamamıştık –
vantilatörler döndüğüyle kaldı
* Ot dergisi Ağustos 2014
** Tanju Duru, Aklım hep sende
2014, Leicester – 2020, İzmir