Günlük hayatta yakınlarımdaysanız benden sık sık duymuşsunuzdur bu iki kelimeyi son zamanlarda. Güzel ve keyifli bir hayat. Ya da güzel ve meraklı bir hayat. Bunlardan bahsedince iki farklı yanıt(tepki mi demeli?) alıyorum genelde. Benim zaten kendime göre bir düzenim var memnunum ya da ne güzelliği, ne keyfi allasen, senin tuzun kuru tabii bunları düşünecek kadar. Bugünkü yaşamıma dışarıdan bakan birinin tuzumun ne kadar da kuru olduğunu düşünmesine şaşırmıyorum. İşim iyi, çocuğum yok, yaşamak istediğim gibi yaşıyorum, şehirden kaçabilmişim köyümde kurulu düzenim var, kafama göre geziyorum ..vs ..vs. Hayatımdan şikayetçi değilim, memnunum hatta ama nedeni yukarıdaki liste ya da devamı değil. İnsanları uzun yıllardır tanıyor olsak bile yaşamlarını bugünlerine bakarak değerlendiriyoruz. Ne geçmişlerine(başlarına gelenlere) ne de geleceklerine(yapmak istediklerine) pek önem vermiyoruz. Kendimize ve hayata öyle baktığımız için belki, belki de öylesi daha kolay olduğu için. Bunun böyle olmasına şaşırdığımı, kızdığımı söyleyemem. Birlikte büyüdüğüm kardeşlerim bile üniversiteyi bitirdiğimde ve biraz hayatlarımız değiştiğinde “Sen rahatsın tabii” demişlerdi. Haksız değillerdi rahatlamıştım, haklı mıydılar? Bütün bunların doğru mu yanlış mı, haklı mı haksız mı olduğuyla pek de ilgilenmiyorum açıkçası. Bu ve benzeri çoğu sorunun doğru yanıtı “Ne fark eder?”. Haklı olunsa bunun kimin hayatına ne faydası var, haksız olunsa ne?
40 yaşına doğru kıymeti katlanarak artan tek şey zaman sanırım. En hızlı azalan şeyler de heves ve tahammül. İnsan olgunlaştıkça artması, rafine olması gereken şeylerin en hızlı azalan şeyler olması biraz üzücü ve toplumsal bir sorun. Zamanın kıymetlenmesi ile geç kalmışlık da birbirine geçiyor. Geç kalmışlık tahammülsüzlüğü(zahmetsizliği), tahammülsüzlük de geç kalmışlığı besliyor. Daha çok şey üretmek için daha hızlı dönen, daha hızlı döndükçe daha az şey üreten bir değirmen gibi. Bütün bunları konuştuğum çoğu insandan daha fazla ölüm, hastalık, şiddet, parasızlık, çaresizlik gördüm, yaşadım hayatım boyunca. Neler geldi başıma ben bile hevesliyim siz niye değilsinizi ima etmiyorum. Ya da dert nedir siz ne bilirsinizi. Kendi kendimeyken; keşke yaşamamış olsaydım ama yapacak bir şey yok dediğim şeyler. İnsanın derdi kendine göre, kendine kadar. İmkanı da öyle. Yapabildiği, yapamadığı, başarabildiği, başaramadığı, elinden gelen, elinden gelmeyen.
Hayat başımıza gelenler, yaşamak zorunda olduklarımız ve geri kalanlardan ibaret. Herkesin imkanına, tercihlerine göre artan, azalan bir kalanı var. Kalan zaman, kalan imkan, kalan sabır, kalan sevgi, kalan özen. Ne kalıyorsa. Güzel dediğim laylaylom, pozitif, “good vibes only” hiç olmadı. Acımızı, derdimizi daha çok paylaşabildiğimiz, adaleti birlikte aramaya çalıştığımız, eksiğimizle, gediğimizle daha az yargılandığımız(yargıladığımız), yok yere birbirimizi eksiltmediğimiz, birbirimizin dizine, sırtına pat pat bunlar da geçer diyerek vurabildiğimiz, olduğu kadarıyla azıcık da olsa daha fazla gülmeye çalıştığımız, sevdiğimize az bile olsa düzgün vakit ayırmaya çalıştığımız bir hayat. Sadece “doğrusunu”, “başarılısını” yaptığımız için değil kendimiz olabildiğimiz, insanların da kendileri olmasına alan bıraktığımız, az da olsa daha özgür bir hayat. Öğrendiklerimizi nasıl kestirme yoldan bu işlerden, ilişkilerden, tartışmalardan kurtuluruza değil de nasıl hayattan daha memnun insanlar oluruz, arkadaş, sevgili, aile, insan olmanın daha saygılı yollarını nasıl buluruz ile ilgili kullandığımız.
Bütün bunlarla ilgili eskiden de çok farklı düşünmüyordum. Bugün yazmamın sebebi ne dünya, ne de Türkiye bundan 10 yıl önceki yerler değil. Artık değil. Bizim ülke kendinden başkasının derdini düşünmeye, takip etmeye fırsat bırakmıyor ama dünyanın geri kalanı da tepesinin üstüne gidiyor. Zaten yalan yanlış dönen dünyanın(kapitalizmin) son çıtası da pandemi ile birlikte attı. O zamandan bu yana daha da yalnızlaşıyoruz, mikro sosyalliklerimize hapsoluyoruz. Canla başla kendimizi kurtarmaya, korumaya çalışıyoruz ama kurtardıkça yalnızlığımız, izolasyonumuz, kaygılarımız ve çaresizliğimiz artıyor. Tek başımıza, küçük gruplar halinde hayatta kalabiliyoruz ama eksilmeye hızla devam ediyoruz.
Bugün 6 Şubat. Depremin birinci yıl dönümü. İki deprem yaşadım ben de geçmişte. Üç depremden de anladığım burada yazdıklarım oldu. Biz hem görece daha küçük çaplı depremler yaşamıştık hem de iyi kötü devlet mevlet, halk, madenci, asker ..vs bi’ şeyler vardı yardımımıza gelen. Bugün artık çoğu yok, geriye bir tek biz kaldık. Yani biz, kendimiz, kendimiz gibiler ve bütün bu olan bitenle nasıl başa çıkmaya çalışacağımız. Nasıl yaşamak istediğimiz. Hep güldüğümüz, eğlendiğimiz bir hayat değil, biraz daha fazla gülmeye çalıştığımız, biraz daha keyifli hale getirmeye çalıştığımız, meraklarımızın ve heveslerimizin ölmediği, öldürülmediği bir hayat. Öyle olmasını umduğumuz, iyisiyle kötüsüyle “güzel ve keyifli” yaşamaya çalıştığımız bir hayat.