Yazının orjinali daha önce Mahmut’ta yayınlandı . Ev sahiplikleri için teşekkürler.
John F. Kennedy havaalanının çıkışındaki yüzlere bakarken, hiç gelmediğim bu şehre dair nasıl bu kadar kızgın, kırgın, özlemiş, heyecanlı olabildiğimi anlamaya çalışıyorum. Kapıdan çıkan herkesin bir bekleyeni var sanki. Ben hariç. Mr şey, Mrs şey, Mr bir şey daha, Mr diğer şey. Gelmeyeceğini biliyorum.
Ya kapıda olsaydı? Gülümseyiverseydi?
– Are you looking for someone?
– Yes. Ah. Actually No.
– Then why the fuck you’re blocking the gate?
– Sorry, so sorry. Kind of jetlagged, you know.
Tabii ki bunu yolunu kapattığım ve her daim acelesi olan bir Amerikalıya anlatamazdım. Yıllarca geç kaldığım cenazeye katılmak için havaalanından çıkıp otobüse doğru yürüdüm. Koltuğa oturup ellerime baktım.
Kafamı cama yasladım, uyur uyanık. Kaç yıl oldu bilmiyorum, rüyalarımda gezen bir yılan var. Isırsın isterim, ısırsın da uyanayım. Ama ısırmaz. Tıslar, hışırdar, ürkütür, uykusuz bırakır. Otobüs yitip gittiğini düşündüğüm o yılanı takip ederek şehre doğru yol alıyor.
Hostele geldim, eşyalarımı bırakıp kendimi sokağa attım. Külüstür bir bar buldum, bira söyledim. İçim, çalkalanıp bırakılmış kar küresi gibi ve izlemesi hiç keyifli değil.
Bu hiç bilmediğim güzel şehrin tek bir ayrıntısını bile kaçırmak istemiyorum. Üç gündür kaybolmuş bir hikayenin peşi sıra yürüyerek şehri dolaşıyorum. Arada e-postalar, mesajlar gidip geliyor. Sitemler, ithamlar, nedenler, nasıllar. Ben dahil, her şey göz açıp kapayıncaya kadar çirkinleşiyor. Kar küresinin içinde fırtına kopuyor, göz gözü görmez oluyor. Ellerime bakıyorum.
Öğleden sonra Brooklyn’e geldim cenaze töreni için. Turistlerin gitmediği, sadece gitmek zorunda kalanlarla, hikayesi oraya sıkışanların bildiği kısımlarına. Etraftakiler bana bakıyor, ben ellerime bakıyorum. Yıllarca beklemiş, yapılmış, edilmiş, yaşanmış, yaşanmamış. Ağzıma tuzlu bir tat geliyor. Tutmaya çalışmıyorum. Saldırmayı yokluyorum. Yerinde. Her şey yerli yerinde. İnsan cenazelerde böyle şeyler yapmamalı diyorum, kendi kendime. İnsan normalde de böyle şeyler yapmamalı. Gözlerimi kapatmak istiyorum, hoşuma gitmiyor. Sağ elim saldırmayı yerinden çıkarırken bana bakıyor. Onay beklemiyor, yalnızca izlediğimden emin olmak istiyor.
İzliyorum.
Vuruyor, vuruyor, vuruyor, kesiyor, eksiltiyor. Ama yetmiyor. Yetemiyor. Bir şeyler, bir şeyler, bir şeyler daha söyleniyor. Tamam diyorum kendi kendime tamam. Bırak diyorum bırak. Öldü, zaten ölmüştü. Bırakmıyorum. O da bırakmıyor. Bir aşkın ve iki insanın ardında ne kaldıysa bıçaklıyoruz birlikte.
Kıyma çekmiş kasap sakinliği ile susuyoruz. Birlikte doğru düzgün yapabildiğimiz tek şey bu oldu. Olan biten içimi bu kadar acıtmasa, sevineceğim. Ellerime bakıyorum.
Sol dizim ağrıyor şehre dönerken, koca tabutu tek başıma taşımışım gibi. Yol boyunca; bir insan bir tramvayı neden bıçaklar bunu düşünüyorum. Ananem çok bunalınca beşyüzlük tesbihini çekerdi, ben şiir okuyorum. Şiir de öldü diyorlar hiç bilmiyorum. Kitaplarımı getirmediğime bin pişmanım. Bilgisayarımı açıp, ellerimi yıkarcasına okuyorum, okuyorum, okuyorum. Derim soyulsa da temizlenmeyecekler. Biliyorum.
Hostele döndüm. Saldırmayı belimden çıkarıp, ranzanın baş ucuna astım. Yorgunluğuma rağmen uyuyamadım. Yılanın hışırtısını, boşluğa doğru uzayıp yankılanmasını dinledim.
Sızmışım, uyandığımda ellerime bakamadım. Yaptıkları şeyden utandığımdan değil, yapabilmelerine şaşırdığımdan. Daha ne bir düğünde ne bir cenazede olay çıkarmışlığım yoktu. Yakışık almadı.
Her şeyi hostelde bırakıp çıkış yaptım. Kar küresini resepsiyondaki kadının çocuğuna hediye ettim. Sevindi.