‘Dişlerimin arasından gösteriyorum ellerimi
Korkuyla kaçışıyor güvercinle karanfil’*
Yüksek duvarların ortasındaki koltuğumda oturuyorum. Saldırmam sağ elimin altında her zaman hazır. Burada güvendeyim. Dışarıdan bakan hiç kimse beni göremiyor ama ben herkesi görebiliyorum. Kimse beni duyamıyor çünkü burada oturduğum zamanlarda hiç kimseye anlatacak bir şeyim yok. Bense sadece duymak istediğim kadar, duymak istediğim şekilde duyuyorum.
Hatırlayabildiğim beş yaşımdayken başladım bu duvarları örmeye. Ve zaman içinde boyumu aşan, fiziksel, ruhsal bütünlüğümü tehdit eden her saldırıda bir tuğla daha ekledim. Her kendimin tamamlaması mümkün olmayan duygusal ihtiyacımda bir tane daha. Duvarlar zamanla yükseldi, sağlamlaştı, karmaşıklaştı. Bazı istisnai durumlar hariç istemediğim herkesi dışarıda tutmayı başardılar. Bir şekilde kendi başına girmeyi başarabilenler için de saldırma sağ elimin altında duruyordu, girdikleri gibi oturduğum yerden bile kalkmadan kelleleri uçuverirdi. Daha da az sayıda insanı ben içeri almak isteyip, aldım. Onların da hikayeleri saldırmanın ucunda bitti.
Benden başka hiç kimse sağ çıkamadı bu duvarların içinden. Yeterince yakına gelen herkesin varlığını bildiği, yalnızca benim görebildiğim duvarlarımın içinde güvendeyim. Kimse incitemez, kıramaz, üzemez, saygısızlık edemez, istemediğim bir şeye zorlayamaz beni burada. Burası benim içim, içimin en içi. En çok dokunulsun, anlaşılsın, sevilsin istediğim yerim. Burası ben’im. Kimse dokunamıyor içime uzun yıllardır, ulaşamıyor. İnsanlar dışarıda kalınca sevgi de dışarıda kalıyor. Ben girince dışarıda kalıyorum, çıkınca içeride. Schrödinger’in kedisinin kendisiyim, ne dışarıda ölebiliyorum, ne de içeride yaşayabiliyorum. Duvar beni koruyor mu yoksa bana zarar mı veriyor? İyi bir şey mi yapıyor yoksa hayatımı mı sınırlıyor? Bilmiyorum.
Akşamüstü pencerenin önünde otururken kendimi bir çok savaştan sağ çıkıp, bin yıldır ayakta kalmayı başarmış bir ülke gibi hissediyorum. Akşam güneşi yüzüme vuruyor. Muzaffer değilim, hayatta kalmış olmanın ve delirmemiş olmanın sevinci var içimde sadece. Sanki pencereden dışarıya değil de küçük bir tepenin üstünden ardımda bıraktığım duvarlarıma bakıyorum. Son birkaç yıldır beni hapis tuttuklarını düşündüğüm, kaçmaya çalışıp da kaçamadığım. Öfkeden, çaresizlikten beni delirten duvarlarıma. Oysa onları lazım olduğu için ören bendim. Onlarsız nasıl yaşanır, nasıl güvende hissedilir bilmediğim için artık gerekmedikleri halde içinde oturmaya devam eden de bendim. Binbir zahmetle yürüyüp çıkan da benim. Bu ufak tepenin üstünde onlara müteşekkir olan da benim. Yıllar yılı beni koruyup hayatta tuttukları için. Artık yaşamımın, tarihimin bir parçası olarak duruyorlar, İstanbul’un kaleleri, surları gibi.
Şimdi renkler daha renkli, gün ışığı farklı vuruyor pencereden içeri. İçimde gezinen insanların ayak seslerini duyabiliyorum, varlıkları biraz tedirgin etse de sevindiriyor beni olmaları.
Rivayet o ki Daedalus içinden çıkılması mümkün olmayan labirenti yarı insan yarı boğa olan canavar Minotor’u hapsetmek için inşa etmiş. Hayat bu ya kendi inşa ettiği labirentte hapis kalmış. Balmumundan kanatlar yapıp uçarak kaçabilmiş kendi elleriyle yaptığı hapishanesinden. Kim bilir belki de Daedalus ve Minotor aynı kişidir. Duvarı ören de, hapis olan da, iyi olan da, canavar olan da hepsi bir kişidir. Korkusuyla, kaygısıyla, iyisiyle, kötüsüyle, sevgisiyle, bencilliğiyle. Hayatta kalmaya çalışan, kendini kendi yaptığı duvarların arkasında koruyan. Sonra o duvarların arasına sıkışıp kalan. En sonunda kendini, kendi yaptığı duvarlardan da kurtarmak zorunda kalan. Yani herhangi bir insan.
* Edip Cansever, Kaçışına Uğrayan Çiçek